Menü Kategoriler
Coğrafya
Şanlı Ay Yıldızlı Al Bayrak
30 Ekim 2024 Çarşamba

Jeopolitiğin Tarihi Gelişimi

İnsanın fiziki çevresi ve davranışları arasındaki çevresel münasebetlerin araştırılması çok eski dönemlere kadar gitmektedir. Eski Yunanlılar, toplum ile coğrafya arasındaki ilişkilerle ilgilenmişler; Herodot (M.Ö. 485-425), Eflatun (M.Ö. 427-347) devlet ile o devletin üzerinde yaşadığı arazinin ilişkilerini incelemişlerdir.

Aristo (M.Ö. 384-322), içinde yaşadığı Atina şehrinin özelliklerinden cesaret alarak bir ülkenin büyüyüp gelişmesi için, muhtemel dış saldırılardan tepeler ve dağlarla korunmuş olması ve denizaşırı ticaretten azami istifade için iyi bir limana yakın bulunması gerektiğini ileri sürmekte idi.

Strabo (M.Ö.63-M.S.24), devletlerin kültürel ve politik faaliyetleri ile üzerinde yaşadıkları araziler arasındaki ilişkileri belirtmeye çalışmış ve Roma İmparatorluğu’nu inceleyerek “Coğrafya” isimli kitabında, büyük bir politik yapının, sağlam bir merkezi hükümete ve mekanizmanın düzgün işlemesi için de yetkilerin bir kişide toplanması gerektiği sonucuna varmıştı. Bu noktadan hareketle mükemmel coğrafi mevkii, iklimi ve kaynakları dikkate alındığında, İtalya’nın böyle güçlü bir devlet olabileceğini ileri sürmüştü.

Roma İmparatoru Jul Sezar (M.Ö.100-44)’ın coğrafi unsurların ülke fetihlerine olan etkilerini çok iyi incelediği bilinmektedir ve yaptığı muharebeleri kazanmasının en önemli sebeplerinden birisinin de coğrafyaya değer vermesidir denilebilir. "Galya Savaşları” isimli kitabında, coğrafya ile siyaset ve strateji arasında önemli ilişkiler bulunduğunu öne sürmüştür.

Büyük İslam düşünürü İbni Haldun (1332-1406) “Mukaddime” adlı ünlü eserinde, esas temaları olan “Toplum” ve “Uygarlık” için belirtmiş olduğu üç temel koşulu; yaşamı sürdürmek için gerekli maddelerin üretimi, toplumsal dayanışma ve dış tehditlere karşı savunma olarak özetlemektedir.

İbni Haldun, devletlerin doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü dayanışma yoğunluğu açısından açıklamaktadır. O’na göre devlet üç evrim aşamasından geçer. Birinci safhada, kabile dayanışmasının yarattığı güçlü ve canlı bir bütünlük, dostluk duygusu ve dayanışma mevcuttur. Yöneticiler ve yönetilenler arasında gaye ve fikir birliği vardır. Bireyler gruba azami istekle katılırlar. İkinci safhada refah yavaş yavaş yerleşir lüks yaşama yönelme başlar, dayanışma zayıflamaya başlar ve otoriter yönetim güçlenir. Dayanışmanın gayesi egemenlik olur. Üçüncü safhada, büyük bir lüks göze çarpar, güç ve yetkiler en üst kademede toplanır. Yöneticiler ile yönetilenler birbirine yabancılaşır. Vatandaşın mali yükü artar. Grup dayanışması önemini kaybeder. Birbirleriyle çatışan ayrı dayanışma grupları oluşur. Bu safhada devlet iç ayaklanmalara ve dış saldırılara karşı hassas hale gelir. Temel kanun ve kurumların zamanında düzeltilmesi devlete taze bir soluk kazandırabilir. Ancak devletin sonu ertelense de süresiz olarak önlenemez.

Coğrafya konusundaki büyük katkısı fiziki coğrafya ile tarihin ilişkisine yönelmiş olmasıdır. İbni Haldun sayesinde fiziki, sosyal ve ekonomik coğrafya, sosyoloji, ekonomi ve siyasi tarihle birleşerek “Jeopolitik” adı verilen ve senteze dayanan yeni bir bilim dalı ortaya çıkmıştır .

Hiç şüphesiz, dünyanın çeşitli bölgeleri daha ilk çağlardan beri, hesaplı yayılmalara sahne olmuştur ve Akdeniz havzası bunun tipik bir örneğidir.

Gerçekte, büyük keşifler sonucunda bütün dünyaya yayılan rekabetin sertliği 15. yüzyılda coğrafi temellere dayanan bir bütünleşmeye meydan vermiştir. Politika, ancak 17. yüzyıl sonlarına doğru modern coğrafyanın kapsadığı unsurlara değer verip bunlara dayanmaya başlamıştır.

Keşifler, müstemlekelerdeki canlılıklar, ticari gelişmeler, ilim, teknik ve sanattaki ilerlemeler, artık bir din faktörü yerine materyalizm noktai nazarının hakim olmasını sağlamıştır. Tabii Sınırlar Tezi ile Kardinal Richelieu (1585-1642), Hayat Sahası Tezi ile Friedrich List politika ile coğrafyayı birbirine bağlayan anlayışı sergilemiştir.

Monteskiyö (1689-1775)’nün “L’Esprit de Lois-Kanunların Ruhu” adlı eserinin bütün gelişmeler üzerindeki etkisi büyük olmuştur. Monteskiyö, herhangi bir coğrafi alanın iklimine önem vermiş ve bu yerlerde oturan insanların karakterlerini oturdukları yerin iklimi ile mütalaa etmiştir. Öyle ki, “Bir Moskova’lıyı his sahibi yapabilmek için derisini kazımak gerekir” diyecek kadar iklim ve insan etkileşiminin üzerinde durmuştur. Asya’nın topoğrafik yapısı, büyük ve yeknesak imparatorlukların, Avrupa’nınki ise küçük topraklı devletlerin teşekkülüne imkan verdiği yorumunu yapıyor, keza ticaret ve bunun tabii neticesinin barışı sağladığına değiniyor.

Bu dönemde “Siyasi Coğrafya” kavramı, Turgot’ın “La Geographie Politique” başlıklı bir yazısı ile literatürde yerini almıştır. Siyasi coğrafyanın ayrı bir bilim dalı olduğunu ilk olarak ortaya atan Emanuel Kant (1724-1804), “siyasi coğrafyanın babası” ünvanını bu husustaki görüşleriyle kazanmıştır. Hatta Kant, modern coğrafyanın kurucusu olarak tanınır.

18. yüzyıl, bilginin hızla geliştiği ve bu bilgilerin mantıki bir şekilde tasnife tabi tutulduğu dönemdir. Coğrafya kendi kendini idrak ve organize eder. Coğrafyanın adından sık sık bahsedilir ve en çok ilgi çeken konulardan biri olan politika hakkında büyük fikir tartışmaları yapılır. Burada “Coğrafya” onurlu bir mevki işgal eder. Ve nihayet tabiat kanunlarını coğrafya ile politika arasındaki münasebetlere tatbik etmeye teşvik eder .

19. yüzyıl sınırlı bir romantizmin yanında harika bir şekilde geliştiği kadar da kendini kabul ettiren ilmin neticeleri, hemen hemen bütün sahalara hakim olmaya başlamıştır. Bu devir endüstriyel kalkınmanın hem maddi hem de insani yönden dünyayı sarsmaya başladığı devirdir. Coğrafya yeni bir değer ve daha önemli bir mevki kazanırken metotları, doğrudan doğruya, yeni fikir cereyanlarının tesiri altında kalırlar. Politika, ekonomi ve sosyal organizasyon, en azından başlangıçlarını ve temayüllerini coğrafyaya sorarlar ve kendi hareket doktrinlerini kurmak için diğer unsurlarla tamamlamak üzere coğrafyada yeni unsurlar ararlar.

Modern coğrafya bu şekilde doğdu. Dallarından bir tanesi fevkalade bir önemle ortaya çıktı. Çünkü etüt ettiği problemler, aynı zamanda insanlığa yön veren yolları telkin eden; muğlak, hareketli ve insanlığı ilgilendiren problemlerdir. Bu “Politik Coğrafya”dır, yahut, ihtisas biraz daha genişletilirse “Jeopolitik”tir.

Çağdaş jeopolitiğin başlangıcı olarak Alman Coğrafyacı ve antropolog Friedrich Ratzel (1844-1904)’in 1897’de yayınlanan “Politische Geograhie-Siyasi Cografya” adlı eserindeki fikir ve yorumları gösterilir.

Ratzel’e göre siyasi coğrafya mükemmel haritalar yapmakta ve ülkeleri tanımak için yeni bilgiler getirmekte, havanın, nüfusun, iklimin etkilerini yeterli bir şekilde açıklamakta ise de, siyasi ilimler üzerinde tatmin edici bir duruma ulaşamadığından cansız ve sade kalmaktadır. O halde coğrafya, siyasi ilimleri de yine kendi sahasında işleyerek ancak Siyasi Coğrafyayı statik olmaktan kurtaracak ve ona bir hayat ve canlılık kazandıracaktır .

Ratzel, kitabını 1903’de, “Siyasi Coğrafya veya Devletler, Ulaştırma ve Savaş Coğrafyası” adıyla genişleterek yayınladı. Mekân fikrinin tarihte kaybolmadığına işaret ederek, “vaktiyle bir birlik ifade eden mekân, parçalanmış olsa dahi, o mekân fikri yahut mekân duygusu asırlarca yaşar ve günün birinde siyasi bir fikir olarak tekrar hayat bulabilir” diyordu.

Ratzel, siyasi güç olarak teşkilatlanmış bir toplumun bulunduğu fiziki ortamla münasebeti hakkında genel bir teoriye varmak istiyordu. Teorisini önce coğrafyanın politikaya sunduğu iki temel unsura dayandırıyordu. Genişlik, fiziki özellikler, iklim vb. ile tayin edilmiş “mekan-raum”; mekânın yeryüzündeki vaziyetini tayin eden ve münasebetlerinin bir kısmını yöneten “konum”. İnsanın müdahalesi, tabiata bir dinamizm vermek ve onu organize etmekteki tabii istidadı demek olan “mekân duygusu-raumsinn” tarafından yönetilir düşüncesi ve bir milletin işgal ettiği saha miktarı ve haritadaki uygun konumu, o milletin siyasetini tespite yeter olmadığını takdir ederek, felsefesine bu üçüncü unsuru ilave etmişti.

Topluluklar az çok istidatlıdırlar, öyleyse komuta ve organize etmeye, yani idare etmeye ve diğerleri üzerinde hakkı olmaya az veya çok tayin edilmişlerdir. Bu kabiliyetler zayıflayabilirler ve hatta kaybolabilirler, fakat yetiştirilip kuvvetlendirilebilirler de.... Görülüyor ki Ratzel ırkçılık anlayışından uzak değildir .

Ratzel, devletin coğrafi ve politik yapılarını biyolojik organizmalara benzeten fikirleriyle kendisinden sonra “Hayat Alanı – Rebensraum” adıyla gelişecek Alman Jeopolitik Ekolü’nün temellerini atmıştır.

Ratzel, devletler arasındaki sınırlara geçici işaretler gözüyle bakıyordu. Sonunda dünya hakimiyeti için muazzam bir mücadeleye girecek olan bir kaç güçlü devletin ortaya çıkmasına sebep olacak şekilde, küçük politik bölgeler, daha büyükleri tarafından eritilecektir. 1930’larda Ratzel’in fikirleri Nazi Almanyası’nın “Lebensraum”u ele geçirmesini, ilerlemelerini ve tabii kanunlara uygun olarak mukavemet edilemez genişlemesinin ilham kaynağı olmuştu.

Rudolf Kjellen (1864-1922), 1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli Olarak Devlet” adlı eserinde, yaşayan bir organizmaya benzettiği devletin beş aktif unsurunu “Sosyopolitik, Ekonopolitik, Kratopolitik, Demopolitik ve Geopolitik” olarak adlandırmış ve böylece JEOPOLİTİK terimi doğmuştur.

Kjellen, Ratzel’in fikirlerini ifrat derecesine götürerek ve 19. yüzyıl Alman filozoflarına karşı aynı şekilde hareket ederek Birinci Dünya Harbi sıralarında Alman ekolüne yeni bir hareket vermiştir. İlk defa “Jeopolitik” adı altında devleti bir şahısa benzeterek, her ikisinin de organlarını kıyaslamak suretiyle devletlere davranışlarında, insanlara benzer davranışlar vererek bir doktrin vazetmiştir. Nihayet Alman ırkının üstünlük ve “Raumsinn”e olan kabiliyet tezini kuvvetlendirdi ve böyle bir ekolün başına geçecek Karl Haushoffer’i buldu. General ve profesör, asker ve politikacı Haushoffer, milli çapta ve Nazi idareciler tarafından şevkle teyit edilen politik ve ilmi bir doktrin lanse etmek için gerekli niteliklere sahipti. Ratzel ve Kjellen’den daha ileri giderek yabancı referanslarla tezini kuvvetlendirme hünerini gösterdi. Mackinder’in “Kalpgâh”ını biraz daha batıya oynatarak onun fikirlerini Almanlar için kullandı.

Fransız Vidal de La Blanche, Alman Jeopolitik Ekolü’nün aksine, olayların sadece müşahade ve sınıflandırılmasında kalmayarak daima coğrafi olayların izahını aramıştır. Devleti bir canlı organizma değil, “Kültürel ve Ulusal Bir Varlık” olarak kabul eder. Politikaya insan unsurunun hakim olduğu görüşündedir, bu nedenle coğrafi determinizme karşıdır. Coğrafi olaylar bir akışkanlığa sahip olup değişirler. Bu Vidal’in getirdiği önemli bir kavramdır.

İngiliz Jeopolitik Ekolü’nün temsilcisi Sir Halford Mackinder (1861-1947) bir coğrafyacıdır. Mackinder, dünya coğrafyasına politik ve özellikle dünya hakimiyeti açısından değerlendirme çalışmasına girmiş ve bu çalışmaları ile “Kara Hakimiyet Teorisi”ni geliştirmiştir.

Mackinder’in coğrafyayı devlet idaresi için bir yardımcı olarak kullanmayı ileri sürmesine karşılık, Kjellen Coğrafyaya dayalı bir devlet idaresi sistemi formüle etmiştir.

Mackinder, yeryüzünde bir tek büyük kara parçasının olduğunu kabul eder. “Dünya Adası-World Island” adını verdiği Avrupa-Asya-Afrika kıtalarıdır. Rusya’nın bulunduğu orta bölge “Heartland-Kalpgah”tır.

Mackinder, üç aşamada hudutlarını geliştirdiği Heartland ile meşhur formülünü ifade eder.

“Doğu Avrupa’yı elinde tutan Heartland’e egemen olur, Heartland’i elinde tutan Dünya Adasına egemen olur, dünyanın bu adasını elinde tutan dünyaya egemen olur.”

Böyle bir kara parçasına sahip tek devlet Rusya’dır ve dünya hegemanyasını elde etmesine mani olunmak isteniyorsa onun açık denizlere çıkmasına müsaade edilmemelidir. Bu netice, Soğuk Savaş Dönemi boyunca aktüel kalmıştır. Bugün ise, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu’nda istediği ölçülerde entegrasyon sağlayabildiği takdirde formülün aktüel kalmasını devam ettirebilir.

Amerika’da Amiral Alfred Thayer Mahan (1841-1914), 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin Tarihe Etkisi” adlı eseriyle “Deniz Hakimiyet Teorisi”nin esaslarını ortaya koymuştur.

19. Yüzyılda endüstri devrimi sonucu bir yandan yeni keşifler yapılmış, diğer yandan ekonomik ilişkiler büyümüştür. Ham madde arayışı ve yeni ürünlerin pazarlanması ihtiyacı, deniz yollarının önemini artırmış, gelişen teknoloji ile mesafeler kısalmıştır. Tarihi ipek yolu önemini kaybederken, Mahan’ın “Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur” tezi tesadüfen ortaya çıkmamıştır.

Amerikan Jeopolitik Ekolünün gelişmesi özellikle Prof. Nicolas Spykman (1893-1943)’le başlar. Spykman, 1942’de yayımlanan “Dünya Politikasında Amerikan Stratejisi” ve ölümünü müteakip 1944’de yayımlanan “Sulhün Coğrafyası” adlı iki önemli eseriyle jeopolitiği Amerikan milli güvenlik politika ve stratejisinin dayanacağı coğrafi esasları ve yaptığı dünya coğrafyası değerlendirmesi ile de “Kenar Kuşak Teorisi – Rimland”i ortaya koymuştur.

Spykman bu teori ile aslında Mackinder’in Kara Hakimiyet Teorisine cevap vermekte ve Sovyetleri Asya’nın merkezi bölgesinde tutacak ve denizlere çıkışını çok büyük ölçüde engelliyecek politika ve stratejileri ön plana çıkarmaktadır.

ABD’nin güvenlik stratejisinin oluşumunda benimsediği Kenar Kuşak ve Deniz Hakimiyet Teorileri günümüze kadar aktüelliğini devam ettirmişlerdir.

Günümüze doğru yaklaştıkça jeopolitik ve jeostrateji, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanlarında daha fazla yer almakta ve çok kullanılan kavramlar olmaktadırlar. SSCB’nin dağılmasını müteakip gerek siyaset bilimciler gerekse konu üzerinde çalışan askerler ve düşünürlerin günümüz problemlerine yaklaşımlarında daha radikal görüntüler ortaya koydukları ve geleceğe yönelik değerlendirmelerde yoğunlaştıkları görülmektedir.

Pascal Boniface, Jeopolitik ve Jeostrateji kavramları arasındaki farkı açıklarken, jeostratejiyi daha ziyade güvenlik ve savunma konuları ile ilgili kullanmakta, jeopolitiği ise uluslararası ilişkilerde tarafların genel yaklaşımlarını ortaya koyan, ilgili aktörlerin satranç hamlelerini analiz etmeye yarayan bir sistem yaklaşımı olarak açıklamaktadır. Boniface haklı olarak fiziki coğrafyanın, devletlerin politikası üzerinde yakın etkisini jeopolitik olarak tanımlamak gerektiğini ifade etmektedir.

Yves Lacoste, 1993’te yayınladığı “Jeopolitik Sözlük”te insanoğlunun on yıllar boyunca ekonomiyi merkeze koyarak düşünmeye alıştırıldığını ve artık çatışmaların karmaşıklığını ve dünyayı başka türlü görmek gerektiğini ifade etmektedir. Günümüzde Jeopolitik teorilerden ziyade “Jeopolitik Problemler” olduğunu ve bu problemlerin olabildiğince objektif olarak sergilenmesi gerektiğini ve bu maksatla yegane yöntemin oyunları, gelişmeleri, birbirine zıt argümanlara sahip güçleri ve liderlikleri olduğu gibi ortaya koymak olduğunu iddia etmektedir. Ortaya konan bu araştırma alanı tarihçileri, coğrafyacıları ve uluslararası ilişkiler uzmanlarını yakından ilgilendirmektedir.

Konu Başlıkları
Genel Bakış
Jeopolitiğin Tarihi Gelişimi
Türkiye Jeopolitiği
Avrasya
ABD'nin Hedefleri
Avrupa Birliği'nin Hedefleri
Rusya
Balkanlar
Orta Asya (Türkistan)
Ortadoğu
Yeni Koşullar ve Türkiye
Kaynakça